19 Mart 2018 Pazartesi

Gençtur'la çalışma kampına nasıl gidilir?


Facebook'a seneler önce bir "notlar" özelliği gelmişti. Durum bildirimi yazmak için alan çok kısıtlıydı, uzun şeyler yazmak isteyenler için bu notlar bölümü kullanışlı olmuştu. Ben de iki yazı yazdım biri 2009'da (Paris'te son gün) biri de bu yazı Gençtur yazısı. Amacım, hani olur da birileri Gençtur'la kampa gidecek olursa katkım olsundu. Fiyatlar vs değişmiş olabilir. Ama ana yöntem, akış aynıdır. Gidiniz, gönderiniz. 

Biri Samsun'da kamp lideri olarak yaptığım kampla birlikte 5 kampa katıldım. Hepsi de birbirinden güzeldi. Bu yazıyı da blogda bu nedenle paylaşıyorum. Gerçekten en uygun fiyata hem gezi hem de hayat dersi.

Not: fotoğraflar çok eski olduğu için çözünürlükler felaket: )

Gençtur, Türkiye'de gönüllü kampların 1 numaralı (aslında sanırım tek) adresi.

Öncelikle kamplara daha doğrusu gönüllü kamplara katılmak isteyenler Ocak-Şubat gibi kesin kararlarını verip başvurularını yapmalılar. Bu gönüllüler kimler olabilir derseniz 18 yaş üstü herkes, üst yaş sınırı yok. 15-18 yaş arası kamp yapmak isteyenler içinse genellikle özel proje kampları oluyor. Neyse ben senaryomu 18 yaş üstünden yazıyorum.

Baktınız yazın en az iki hafta üst üste tatil yapabilecek durumdasınız, yurtdışına gitmek istiyorsunuz, e İngilizceniz de insanlarla da anlaşabileceğiniz durumda... o zaman bir gün bir yarım saatinizi ayırıp Taksim'de Aznavur pasajının 5. katında olan Genctur'a bir uğruyorsunuz. Pazar günü kapalı, cumartesi de yarım gün. Haftaiçleri ise daha rahat ulaşabilirsiniz. İçeri girince sağdaki gönüllü kamplarla ilgili size yardımcı olacak Zafer Abi'nin yanına gidebilirsiniz. Eğer İngiltere veya Amerika tercih ederseniz kısa bir İngilizce mülakat yapılabilir. Gençtur'da kaydınızı yaptırdıktan, yani kayıt formunu doldurup ücretinizi ödedikten sonra ilk adımı attınız demektir. Burda geniş bir parantez açmak lazım: Ben ilk kampımı yaptığımda kamp ücretleri 175 dolardı ve ilk kampınızdan sonraki kamplarınızda 125 dolar ödüyordunuz, bir nevi kıdemli indirimi. Sonrasında ise doların düşmesi ile bu 175-125 euro oldu. Bu paraya uçak biletiniz ve vize paranız dahil değil ama kalış ve yemek masraflarınıza denk geliyor. Basit bir hesap yaparsanız aslında bu paranın 2 haftalık kalış ve yemek paranızın gerçekte tutacağından çok daha az olduğunu görebilirsiniz.

Parantezi kapatıp diğer adıma gelelim. İlk adımda formu doldururken bir ülke sıralaması da yapıyorsunuz. Burda biraz first come first served durumu söz konusu. Kaydını önce yaptıran beğendiği kampa gitmekte öncelik elde eder. Yani mart-nisan gibi kamplar şekillenmeye başladığında kayıt yaptıranlar Gençtur bürosuna kamp seçmek üzere davet edilir (gerçi sanırım bu konuda artık online sisteme geçildi). Seçtiğiniz ülkede hangi gönüllü kuruluşlar varsa onların dosyaları konur. Dosyalar proje doludur. Ben kendi adıma bu konuda genelde çok rastlantısal davrandım. Çünkü ne kadar detay verilirse verilsin kamplarda biraz sürpriz payı mevcut. Kamp bilgilerini içeren bilgi dosyalarında ise öncelikle kampın türü,, içeriği, nerde yapıldığı, süresi, yapıldığı yerde yapılabilecek diğer aktiviteler vs yer alır.


Kamp deyip geçtiğimiz olay hakkında da bilgi vermek lazım tabii ki. Bunlar genellikle restorasyon çalışmaları, çocuklara dil öğretim kamplarıi festival kampları, çevre kampları... olabilir. Kamplarda çoğunlukla haftada 5 belki de 6 gün çalışılır. Yazın sıcaktan çok fazla etkilenmemek adına sabah erken kalkılır, o günün seçilen görevlileri (bu konuya geleceğiz) kahvaltıyı hazırlar. Ve iş alanına gidilip öğlene kadar çalışılır. Öğlen eve gelinir, bazen duş bile alınmadan yemeğe oturulur. Bundan sonra gün sizindir. Kampın liderine, düzenleyen kuruluşa ve tabii daha da önemlisi bulunduğunuz yerin özelliklerine göre öğleden sonraki zamanda çeşitli şeyler yapılabilir. Bizim çevre kent kasaba gezmişliğimiz de var, çatı üstlerinde Deep Purple konseri izlemişliğimiz de. Yüzmek, top-kağıt vs oynamak gibi şeyler de cabası.

Neyse kamplara bakıldıktan sonra 6 tanesini seçildikten sonra öncelik sıralamasına göre verilir. Yine belli bir süre sonra ise asıl koşuşturmaca başlar. Kampınız belli olur, size information sheet gelir. Burda kampın ince detayı, gelirken neler getirmeniz gerektiği (yaz yağmuru meşhursa yağmurluk, çok sinek varsa onun için spreyler filan gibi), yöre hakkında bilgi yer alır. Aynı zamanda vize işlemlerinde yardımcı olması için davetiyeyi de yollarlar. Sonra ver elini konsolosluk kapıları... Vize süreci genelde çok sancılı olmaz. Gençtur kampçılarına kapılarda sıra beklerken rastlamanız da çok olasıdır.

Vize de alınınca artık iş bitmiştir yarı yarıya. Size genelde bir buluşma saat ve noktası verirler ki bu öyle başkentin en işlek meydanı olmaz. Ama oraya nasıl ulaşacağınızı bir kaç farklı yoldan olmak üzere mutlaka açıklamış olurlar. Bundan dahasını da anlatmıyorum. O da sizin hayal gücünüze kalsıN!

Şu hikayeyi de iliştireyim: Bir yerlerde kaydı kalsın.
Jul'le Paris'te son gün
Saat 9: Telefonun alarmı çalmaya başladı yine!!Uff kalkmak istemiyorum.Dün 3’te yattık zaten!5 dk daha lütfeeen!Sustu... 
9.15: Jul kalkıp duşunu almış,başında havlusuyla yanımda dikilmiş beni uyandırmaya çalışıyor. “Tamam 5 dakika içinde hazırım!” Kahvaltıya gecikmemek için bir yöntem bulduk.O benden önce duşunu alıyor –ben biraz daha uyumayı başırıyorum,yuppi- bense kahvaltıdan sonra. 
10 dk sonra elimizde odanın anahtarı kahvaltıdayız. Görevli kadın artık bizi tanıyor ki bu sefer oda numaramızı sormadan elinde kağıda işaret koydu. Üstelik bugüne kadar ki şirin davranışlarımızdan olsa gerek “Yoğurt bitti mi?” , “Hiç portakal suyu kalmamış.” gibi sorularımıza hızır gibi yetişip sorunları çözüyor. Şimdi oldukça ağır bir kahvaltıda sıra; günün gerisinde çok yürüyeceğimiz (tüm gün de denebilir) , kahvaltıya nazaran çok yemek yemeyeceğimiz için bu öğünü abartmaktayız: müsli, yoğurt, ekmek, bal, peynir, yağ, jambon, portakal suyu ve çay desem aklınızda bir resim oluşur sanırım! Evet doğru bildiniz karnımızı tutarak masadan kalkıyoruz. 
Yukarı çıkış,TV’de radyo kanalını açış , büyük ihtimalle Kyo-Derniere Dance ya da Madonna-Hollywood’a rastlayış –her sabah değişmeyen ritüel! 2'si de süper - ,duş,kıyafetler ve şimdi günün yiyeceklerini çantalara bölme zamanı: “Peynirle ekmek sende kalsın,ben elmaları alırım” , “Çikolata kaldı mı?” , “Sular!Şişeleri doldurmayı unutmayalım” (Evet,otel odası da dahil olmak üzere devamlı musluk suyu içiyoruz) 
Saat 10 olmuş bile,resepsiyonun önündeki broşürlere bir yenisi daha eklenmiş mi göz atıp otelden çıkıyoruz. Klimadan sonra dışarının sıcağı inanılmaz boğucu,tabii sırtımızdaki çantalarımız da cabası. Sırf Paris kitabımım yarım kilodur herhalde!! 
Bugün programda Eyfel ve Louvre Var. İkisini de (tembellikten) son güne bıraktık. Eyfel’e çıkmak yürek istediğinden erteleyip durduk. Asansör kullanmak istemiyoruz ama önümüzde de çok merdiven var. Louvre’a ise Salı günü gittik ,meğer kapalı olduğu tek gün salıymış! Neyse bugün kararlıyız , ikisine de gideceğiz. Önce Eyfel! Dört ayağın üçünde asansör var,asansörlerin önünde ise sonu gelmez kuyruklar.Beklemek demek en az bir saati gözden çıkarmak demek. Ver elini merdivenler.Aaaaa nedense burda hiç sıra yok. Ne ilginç(!). 38 derece sıcakta kaç kişi daha tırmanmayı dener ki? Neyse sızlanmayı bırakıp çıkalım.Yer yer Eyfel’in geçmişini anlatan levhalar var,duraklamak için iyi bahane: ) 1. kat...2. kat:Manzara harika! Seine Nehri tüm köprüleriyle birlikte önümüzde. Hemen bir foto!Biri alman diğeri türk iki kız yorgun ama mutlu ifadelerle objektife gülümsüyoruz. 3. kata yürüyerek çıkış yok,asansör gerekli. Ama burda da ucu bucağı olmayan bir kuyruk var...Haksızlık...Neyse bize bu kadar Eyfel yeter. 
Çimlere oturup çikolata yemeği hak ettik,zaten yemek zorundayız da yoksa ilerleyen saatlerde “sıcak çikolata”ya dönüşecekler. Güneş kavururken bir ağacın gölgesinde oturup dinlenmek...Süper...Yarın dönmek zorunda mıyız? 
Eyfel’den sonra Seine’in öteki tarafında bizi bekleyen randevumuza doğru yola koyuluyoruz. Uzun bir yürüyüşten sonra Jardin de Tuileries’de dinlenelim, parkın hakkını vermek gerek. Buraya bu hafta içinde kaçıncı gelişimiz acaba? Bankta peynir-ekmek-kokteyl domatesten oluşan öğle yemeğimiz,biten/ısınan sularımızı çeşmede tazeleyişimiz ,hatta çantaları başımızın altına koyup biraz kestirişimiz oldukça zaman alıyor.Huzurluyum!
Louvre’a vardığımızda etraf tahmin edilebileceği gibi yine turist dolu. Bir sürü resim, heykel, tarihi buluntular, Türk halısı&çinisi ve ve Hammurabi’nin Kanunları’nı gördükten sonra istikamet Mona Lisa! Şaka gibi.Nereye baksam Mona Lisa’ya gider şeklinde bir ok var. Yaklaştığımız sırada kendimizi bir grup insan içinde buluyoruz. Hepimizin ortak özelliği Mona Lisa’yı görmeye odaklanmak. Koridor boyu sağlı sollu sıralanmış ünlü italyan ressamların resimlerine bakan pek kimse yok açıkçası.Ve işte o! Ama nasıl olur? Bu o mu gerçekten? Bu kadar küçük ve soluk mu? Yoksa yasak olduğu halde inadına flaş patlata patlata fotoğraf çekenlerin yüzünden gözlerim mi kamaştı? Hüsran! Jul’ün yüzünde de aynı ifade var: “Bu muymuş?” Buradaki işimiz bitti,zaten müze de kapanacak artık hadi çıkalım... 
Tekrar bir köprüden geçiş. Şu anki amacımız kendimize şirin bir restoran bulmak. Pahalı da olmasın piliz! Pek çok yere girip çıktık: Yok yok yok! Ya yemeği ya içeriyi ya da fiyatları beğenmiyoruz...En iyisi Seine kıyımıza geri dönelim biz. Peki yiyecek ne alsak? “Bak orda bir yunan büfesi var,tostlar filan!” Baget ekmek içinde beyaz peynir-domatesten oluşan tostumuzun yanına civardaki bakkaldan kola,gecenin ilerleyen saatleri içinse kendimize şarap alıyoruz. Seine Nehri bekle bizi!.. 
Bugün her zamanki yerimizden biraz daha ilerdeyiz. Daha kalabalık bu kısım. Masalarda akşam yemeği yiyen insanlar.İçlerinden biri bize tirbüşon verir mi? Oh be! Şarabımızı açtırdık üstelik açan adam Paris Plage’a içki sokmanın yasak olduğunu söyleyip bize şarabımızı kamufle etmemiz için bir de torba verdi. Yuppii. 
Jul’le Almanca-Türkçe alışverişi yapıyoruz. Bir kelime benden bir kelime ondan.Şarap bitmek üzere. “schlaf gut” diyorum ben ,bu cümle çocukluğumun reklamlarından yadigar bana. Gülüyoruz .Şarap bitti bu arada biraz da ağladık.Mutlulukla hüzün bu kadar iç içe geçer mi? Kamptakileri çekiştirdik sonra biraz, komik anları hatırladık, dönünce neler yapacağımızdan bahsettik. Aslında bu gece de Paris’teki diğer gecelerimiz gibi. Akşamları ya Eyfel’in ışıklarını izlerken ya da Seine Nehri kıyısında akan sulara dalmışken hep konuştuk. Bu konuşmalar değil mi zaten bizi bu kadar iyi arkadaş yapan? 
Bu kadar hüzün yeter,hadi dans edenleri izlemeye gidelim. Her tarafta bir şeyler çalan,dans eden insanlar var. Saat kaç olmuş,bugün günlerden ne umurlarında değil. Ne güzel!Ama saat bizim için önemli. Daha çantaları toplamadık. Bu sefer yolu haritaya bakmadan buluyoruz,hem de daha kısa bir yol keşfederek. Otel kapı-duvar. Gerçi bu ilk değil. Gece yarısından sonra otomatik açılan kapı kitleniyor,içeri girmek için zile basmak gerekiyor. Başımıza ilk geldiğinde şaşkınlığımızdan panik olmadık ( “Sokakta kaldık !”) diyemem. 
Odamız,televizyondaki radyo kanalı,bavullar,atılacak kıyafetler,”Biz bu çantalara eşyaları nasıl sığdıracağız” paniği, duş,pijama, yatak... 
Gözlerim kapanıyor ama uyumak istemiyorum. Bu son gecemiz. Kimbilir bir daha ne zaman yan yana oturup birbirimize kendimizi,ailelerimizi,aşklarımızı, arkadaşlarımızı anlatacağız; bir daha ne zaman ben ona “How do you say it in french” diyeceğim? 
Saat 4,uykuya yenik düşmek üzereyiz: “Jul,3 saat uyusak??” 7’de kalkıp hazırlanıyoruz, bu sabah duş yok,trene yetişmek lazım. Hızla kahvaltı,odaya dönüp Jul’ün çantalarını alış ve gara gidiş... Daha vaktimiz var. Bir yere oturup bekliyoruz. Paris’e geldiğmizden beri ne kadar çok kişiyi yolcu ettik...İlk gün Flo ve Cam,sonra Helen,Kasia, Marta ve şimdi Jul. Benimse öğlene kadar vaktim var bu şehri yaşamak için. 
Trene binme zamanı, çantaları koyup vedalaşabiliriz. Kendine iyi bak,her şey çok güzeldi sözleri arasında kaybolmuş iki kız... 
Unutma “Ich bin wunderbar&Du bist wunderbar” 
23-8-2006 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder